4 Mayıs 2012
Enteresan bir kadındı babaannem Nafiye. Dünyanın öküzün boynuzları üzerinde durduğuna inanırdı. Babaanneme göre öküzün burnuna çuncuri (at sineği) girince boynuzlarını sallardı. Bu sallamayla da deprem olurdu. “Bir gün öküz dünyayı taşımaktan yorulacak ve çekecek boynuzlarını, işte kıyamet o zaman kopacak” derdi. Yetmişli yıllarda yüksek plastik topuk ve mini etek modaydı kadınlarda. Erkeklerde ise kalçaları saran ve ayaklara doğru sallanan paçalı pantolon vardı. Bir delikanlı özgürlüğünü o paçanın uzunluğu ile ölçerdi. Paçan kaç santim uzunsa o kadar özgürdün.. Kadınların özgürlük ölçütü ise eteğinin kısalığı ile giydiği plastik topuklu ökçelerin yüksekliğiydi.
Küçüktüm, babaannemle İstanbul’a gelmiştik. Eminönü’nde dolaşırken bu kısa mini etekli kadınlara bakan babaannem “İşte bunlar kıyamet alametleri” derdi. Ben de korkuyla elini daha da sıkı tutarak “Babaanne yoksa deprem mi olacak” diye sorardım. Bu soru üzerine “Yok uşağum deprem olsa iyi, bu reziller yüzünden dünya başımıza yıkılacak” diye cevaplardı beni. Nedense ben dünyanın başımıza yıkılmasından değil, deprem olmasından korkardım daha çok. Bir ferahlık kaplardı içimi... Kadınların mini eteklerinin boyundan bir kıyamet alameti çıkaran babaannem siyah-beyaz televizyonda artistik patinaj şampiyonalarını kaçırmazdı. Tek tek bilirdi katılanların ismini. Seyrederken yorumlarda bulunurdu. Eksik puanlama verilince de kızardı yediler çocukların hakkını diyerek. Yaşamının sonuna kadar babaanneme dünyanın uzaydaki bir boşlukta döndüğünü anlatmaya çalıştım. Hiç inanmadı bana. Dünyanın hâlâ öküzün boynuzları üzerinde durduğunu inanarak öldü. Son nefesini etrafında çocukları ve torunları olan mutlu bir kadın olarak elimde verdi...
Geçen hafta Bursa Emniyet Müdürü’nün Kültür Park’ta el ele dolaşan gençlerin durumunu “Kanıma dokunuyorlar” diye konuşması üzerine bir yazı yazdım. “Ahlak Bekçileri” başlıklı yazımda meramımı tam olarak anlatamamış olacağım ki aslında beni çok da şaşırtmayan tepkiler geldi. Rize’de Kazdal Camii’nin arkasındaki arzuhalci Şeref amca kadar Türkçe bilgim olsaydı eğer, anlatırdım meramımı ama olmadı. Hata öncelikle, ben de bunu belirteyim. Gelen mail’lerin genelinde bu ülkenin Müslüman olduğu, öyle ulu orta her yerde sevişilemeyeceği yazılıyordu. Öncelikle şunu belirtmek isterim; ahlak sadece Müslümanlara özgü bir kavram değildir. Her toplumun kendi erklerinin oluşturduğu ahlak kuralı vardır. Ayrıca dünyanın en özgürlükçü ülkesinde bile öyle parklarda, kamusal alanlarda kimse ulu orta sevişemez. Bunun bir sınırı vardır. Aynı zamanda cezai müeyyidesi de. Burada mesele insanların parklarda sevişmesinden çok, el ele tutuşması ya da öpüşmesinden bir yatak odası kafası çıkarmaktır. O yatak odası kafasından yola çıkarak yasakçı bir anlayışın dayatılmasıdır. Karşı çıktığımız şey de tam olarak budur. Yasakçı anlayışın en çok Müslümanların canını yaktığını biliyoruz. Başörtüsüyle üniversiteye gitmek istediği için Nur Serter kafasıyla ikna odasına alınmayla kendi kafasındaki ahlak anlayışı arasında ne gibi fark var? Toplumu yasaklarla dizayn etmeye çalışmanın sonucunu gördük ve göreceğiz. Hiçbir toplum kendine yasaklar dayatılan bir anlayışı sevmez ona biat etmez. Bir gün gelir bir yerinden patlar.
Yine geçen hafta bir küçük haber yer aldı Taraf gazetesinde. Bunca hengâme arasında kaynadı gitti. Giresun’da Valilik bir genelge yayınlayarak, oteller başta olmak üzere alkol alınan eğlence yerlerine güvenlik kamerası takma zorunluluğu getirdi. Amaç alkol sonrası oluşan olayları önlemekmiş. Giresun gibi herkesin herkesi tanıdığı küçük bir ilde ne tür kötülükler oluyor pek bilmesek de bunun bir fişleme olduğunu pekâlâ biliyoruz. Son günlerde birçok hükümet yetkilisi de televizyonlarda oynayan dizilere kafayı taktı. O dizileri ıslah edecek. Bu ülkede yüzlerce kanal var. Bu kanallarda isteyen istediği diziyi yapar, bunda bir sıkıntı yok ki. Zaten televizyonların başında RTÜK gibi “ahlak bekçiliği” yapan bir kurum var. Daha neyin rahatsızlığı ve sitemi bu. Serbest piyasa ekonomisi içinde bir televizyon dizisinin nasıl olacağını ve ömrünü o diziyi izleyenler belirler. Elimizin altında uydu da dâhil binlerce kanal var, basarsın tuşa olur biter. Erki elinde bulunduranların kafasının içinde dolaşanlar belirlemez, belirlememeli de.
Ayrıca Lord Byron’un “Ahlak, yönetenlerin yönettiklerine dikte ettiği ama kendilerinin uygulamadığı kurallar bütünüdür” sözünü de biliyoruz. Şimdi bütün bu olup bitenleri izlediğini düşünüyorum babaannem Nafiye’nin. Hatta “Uşağum öküz çoktan çekildi dünyanın altından. Alametler çoktan bitti. Siz hâlâ dönüp duruyorsunuz” dediğini duyar gibiyim...
19 Mayıs 2012 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder