18 Mayıs 2012
Hayatımda ilk kez Fenerbahçe-Galatasaray derbisini izlemedim. Benim için sezon 34 maçlık maraton sonunda Galatasaray’ın şampiyonluğu ile bitmişti. Bunun yerine Burgazada’da sakin bir gün geçirmek istedim. Adalar’da Lig TV yayını olmadığı için Ada halkı İstanbul’a akın etmişti. Ada’nın kedi ve köpekleri ve temiz havasıyla dolu harika bir gün geçirdikten sonra, Kadıköy’e gelmek için 20:30 vapuruna bindik. Vapur Kadıköy’e vardığında, maç biteli 15-20 dakika olmuştu. İskele Meydanı’na akın ediyordu sarı-lacivertli taraftarlar. Sloganlar ise birbirinden değişikti. En tehlikelisi ise “kırmızı giyenin anasını si...” diye başlayan slogandı. Bir an kendi üzerime, eşim ve kız kardeşinin giysilerine baktım. Hiçbirimiz kırmızı renk giysi giymemiştik. Bilinçli bir tercih değildi aslında –ki severim kırmızı rengi. Taraftarların öfkeli bağrışları arasında sokağa girdiğimizde rahat bir nefes alarak eve doğru yürümeye başladık. Evin yakınında bir tekel bayii var. Genç bir çift işletiyor. Küçük büfelerinde sürekli FB TV açık olur, Fenerbahçe ile ilgili her haberi izlerler. Sigara almak için içeri girdiğimde kadın hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Göz göze geldik, “Biliyorsun fanatik Fenerbahçeliyim” dedi. “Bu şampiyonluğu çok istemiştik, olmadı” diye devam etti. Hiç cevap vermeden dışarı çıkarken arkamdan seslenerek “Şampiyon olduğunuz için seni tebrik ederim” dedi. Biliyordu Galatasaraylı olduğumu komşum...
3 temmuzda başlayan şike ve çete operasyonu futbolumuzdan çok şeyler götürdü. Ama bunlardan daha da önemlisi adalet inancımızı yerle bir etti. Kendimi mahkeme ya da yetkili kurumlar yerine koyarak operasyon sonrası yargılananları peşinen suçlu ilan edecek değilim. Sonrası yaşanan süreçte öyle garip kararlar alındı ki insanları asıl öfkeye sokan bu oldu. Karşılıklı dalga geçen, espri yapan taraftarlar birbirlerine adeta düşman kesildi. Kimse futbolun güzelliklerinden bahsedemez oldu. Bir takımı tutmanın yarattığı coşku insanlarda öfkeye dönüştü. Bunda etkisini yitiren gazetecilerin katkısı büyük oldu. Bir dönemin kudretli gazetecileri Fenerbahçe üzerinden güç arayışına girdiler. Ortaya “itaatsiz”, “boyun eğmeyen” gibi kavramlar çıkardılar. Öncelikle şunun altını çizmekte fayda var, bir çocuk Marx okuduğu için Fenerbahçeli olmaz. Alex’i seyrettiği için olur. (Ayrıca solcularının çok az bir kısmının dışında Marx okuduğunu sanmıyorum. Ama konu bu değil.) Aynı aileden Fenerbahçeli, Galatasaraylı, Beşiktaşlı ya da başka takımı tutanlar var. Özellikle üç büyük takımı tutmanın ne etnik ne dinî inanç ne de siyasi görüşle uzaktan yakından ilgisi vardır. Sadece biz tuttuğumuz takıma kendi düşüncelerimiz ölçüsünde anlam yükleriz, bu da kendimizden başkasını bağlamaz. Türkiye neyse bu üç takım da odur.
Bu süreç içinde insanların adalet duygusunu yok eden ise, birbiri ardına değişen kanunlar ve kararlar oldu. Sporda Şiddet Yasası daha bir yılını doldurmadan, içi boşaltılarak işlevsiz bir halde Meclis’ten iki kez geçirildi. Şike yapan takımın küme düşmesini sağlayan 58. Madde herkesin gözü önünde değiştirilip, küme düşme kaldırıldı. Yedi ay arayla birbirinden çok zıt çıkan aynı kurulun hazırladığı Etik Kurulu Raporu’nu saymıyorum bile. Bir takımı ya da takımları kurtarmak üzerine yapılan bu ilkesiz değişiklikler, futbolu kurtarmadığı gibi iyice dibe çekti. Siz iktidar olarak kendinize denk gelsin diye bir ihale kanununu 18 kez değiştirebilirsiniz, kimsenin umurunda bile olmaz. Hatta fark etmezler bile bu değişikliği. Ama insanların her şeyin üstünde tuttukları takım tutma duygularıyla oynarsanız işte o zaman yıkarsınız herkesin içindeki adalet inancını. Öyle de oldu. Bu koşullar altında yayıncı kuruluşa kıyak çekilecek diye uydurulan Play-off sistemini devreye sokarak, insanlara futbolu kurtaracak formül olarak sunarsınız sunmasına da bunu kimse yemez. 12 mayıs akşamından bu kadar az hasarla çıktığımız için gerçekten de sevinmeliyiz. Bunun tam tersi de mümkündü. Fenerbahçe kendi sahasında Galatasaray’ı yenip şampiyon olabilirdi. İşte o zaman asıl korkulan olurdu. Kadıköy’de yaşanan olayların tam tersi Taksim’de, Mecidiyeköy’de, Florya’da daha şiddetli yaşanırdı. 12 mayıs gecesi futbol tamamen dibe oturmuştur. Avrupa kupalarından ihraç olasılığını da göze alırsak, bundan daha kötüsü artık olmaz. Futbolu bulunduğu çukurdan çıkartmak için bize kendi parasal güçlerini takımlar üzerinde test edip, güç ve para kazanmak isteyen yöneticiler gerekmiyor. Bize yılın futbolcusu ödülünü almak için gittiği bir okulda Fair-play ödülü alan Jokey Erhan Yavuz’u örnek gösteren Alex gibi futbolcular gerekiyor. Erhan Yavuz kazanacağı yarışı rakibi tehlikeye sokacak diye bırakmış, ikinci olmuştu. “Sahalarımızda da bu hareketleri görmek istiyoruz” demişti Alex de Souza. Alex gibi sahada terini akıtıp rakibine saygı duyan insanlar sayesinde soğuduğumuz futbolu yeniden sevebiliriz. Yeni bir başlangıç yaparak sevmek istiyoruz çünkü...
19 Mayıs 2012 Cumartesi
Masumiyet
11 Mayıs 2012
'İnsanlar eski masumiyetlerini arıyor' dedi 1 Mayıs 1977’ye katılan bir arkadaşım. “Darbeden sonra her bir tarafa savrulan insanlar, Halil Berktay’a bu nedenle karşı çıkıyorlar. O yıllarda hissettikleri idealleri için ölümü bile göze almayı yeniden yaşamak istiyorlar. Solcuların bu iddialara tek bir vücut halinde sorgulamadan karşı çıkışları bundan. Eğer o yıkılırsa masumiyetleri de yıkılır. Ben de bu yüzden karşı çıkıyorum o masumiyetin yok olup gitmesini istemiyorum” dedi. Arkadaşımı dinledikçe hak vermedim desem yalan olur. İnsan ne olursa olsun içinde bir yerlerde saklı duran masumiyetini kaybetmeme mücadelesi veriyor. Berktay’ın ve sonrasında tanıkların iddialarına hiçbir somut karşı görüş getirmeden hakarete varan toplu karşı koyuşu bir yere kadar anlayabiliyor insan.
Halil Berktay’ın iddialarından sonra gerek Taraf’ta çıkan o mitinge katılan tanıkların anlatımları, gerekte özel sohbette konuştuğum başka tanıkların anlatımlarından 1 Mayıs 1977’nin öncesinde sol fraksiyonlar arasında büyük bir kavganın olduğunu anladım. Bu kavga öyle büyümüş ki mitinge gelen grupların önemli bir bölümü silahlanarak gelmiş. Kimilerine göre 20 bin silahlı adam, kimilerine göre daha fazla ya da az. Sonuç olarak ilk ateş edildikten kısa bir süre sonra bu silahlar bellerden çıkarılıp havaya ateş edilmiş. Aslında nerden nasıl ateş edilmesinden daha önemli olan solun bu kadar çabuk ve süratli bir şekilde silahlanması ve bu silahları birbirlerine karşı kullanmasıdır. Asıl sorgulanması gereken de budur. O mitingde gaza gelinip Oligarşiyi devirmek için silahlı devrim yapılması amaç olarak görülmüyorsa, neden silahlanarak gidildi mitinge? Oligarşiye yönelik 1 Mayıs 1977 öncesinde ve sonrasında herhangi toplu bir silahlı mücadele yapılmadıysa, o silahlar neden eldeydi. Solun öncelikle buna bir cevap vermesi lazım. Yoksa devlet zaten her devrin her olayın “olağan şüphelisi”, kimsenin bu kirli devleti aklama gibi bir derdi yok. Gerçeği bilme, öğrenme derdi var. Geçmişte yaşanan dünyayı ve Türkiye’yi değiştirme ve kurtarma ideallerinin oluşturduğu masumiyeti koruma adına daha ne kadar halının altına sürülecek o pislikler. Yeterince dolmadı mı o halının altı?
Sosyalist şair ve yazar Roni Margulies’in Taraf Gazetesi’ne sızdığını üç gün önce yazdığı yazıdan öğrenmiş olduk. Sol örgütlere kontrgerilla, ajan sızar, Taraf’a ise sosyalist şair. Taraf, bu sızmadan rahatsız olmadığı gibi sevinse de Roni’nin bundan çok rahatsız olduğunu üzülerek öğrendik. Roni’nin kendi sol fikirlerini daha geniş kitlelere anlatması için Taraf gibi “ne idüğü belirsiz” gazetede yazma “fedakârlığını” takdir etmedim desem yalan olur. Roni için üzüldüm tabii sol için fedakârlık da bir yere kadar. Şimdi Roni’ye yeni bir yer bulmak lazım. Sosyalist bir yerde yazmaya kalksa kimse Taraf gibi kendisine hakaret ettirme demokratlığını göstermez. Yazdıkları nedeniyle Beyoğlu’nda boyalı saldırıda bulunanlar ile Çanakkale’de bir panelde yumurtalı saldırıyı yapanlar da kendilerine solcu diyordu. Kısaca sol gazete ve dergi olmaz. Geriye Hürriyet Gazetesi kalıyor ki bak o olur. Ne de olsa Roni’ye gelen e-postalardan aktardığına göre Hürriyet daha ilerici ve sola yakın bir gazete! Bunun için sevgili yazarımızın birtakım kırmızıçizgilerinden vazgeçmesi gerekecek. Logosunun altındaki “Türkiye Türklerindir” yazısından rahatsız olmadığı gibi, Kemalist devlet anlayışı ile didişmekten vazgeçecek. Bir de Hürriyet’in geçmişte sola ve halka düşmanlık yaptığı manşetleri de unutması gerekecek. Gelecekte yapacağı rahatsız edici haberlere göz yumması da işin gereği. Bunları hallettikten sonra Ertuğrul Özkök’ün iPod’undan yüklenmiş, Grup Yorum’dan “Alnında yıldızlı bere, çıkıp Dersim Dağları’nda türkü söylemek var ya...” şarkısını dinleyip, karşılıklı bol bol sol nostaljisi yapmak da Roni’ye yakışır.
Kendisi Kemalist sistemin Türkiye halklarına armağan ettiği ailemizin romantiğidir. Genelkurmay arşivlerinin ardına kadar açıldığı bu gazeteci arkadaş topluma da örnek steril bir gazeteci olarak sunulmuştur. Bir kere bile sisteme isyanına tanık olmadığımız Can Dündar, Denizleri anlatan bir belgesel çekmiş. Dündar’ın öncelikle bilmesi gereken şudur. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan gibi inandıkları doğrular uğruna boyun eğmeden ölüme giden güzel insanların belgeselini yapmak bir insanı isyankâr ve itaatsiz yapmaz. Dündar’dan da bunu beklemiyoruz. Belgeselini anlattığı Taraf’a olan düşmanlığını hastalık derecesine vardıran ve bana göre tedavi olması gereken Ayşenur Arslan’ın programında Taraf gazetesini 12 Eylül öncesinin kanlı ve faşist gazetesi HerGün’e benzetmiş. Dündar’ın bu benzetme alçaklığını yapmaya düşünce özgürlüğü kapsamında ne kadar hakkı varsa, benim de Genelkurmay’ın loş arşiv odalarında semizletilip ortama salınan bu “sevgi kelebeğine” bi dakka n’oluyoruz deme hakkım vardır. Dedim gitti. Fazlasına da değmez
'İnsanlar eski masumiyetlerini arıyor' dedi 1 Mayıs 1977’ye katılan bir arkadaşım. “Darbeden sonra her bir tarafa savrulan insanlar, Halil Berktay’a bu nedenle karşı çıkıyorlar. O yıllarda hissettikleri idealleri için ölümü bile göze almayı yeniden yaşamak istiyorlar. Solcuların bu iddialara tek bir vücut halinde sorgulamadan karşı çıkışları bundan. Eğer o yıkılırsa masumiyetleri de yıkılır. Ben de bu yüzden karşı çıkıyorum o masumiyetin yok olup gitmesini istemiyorum” dedi. Arkadaşımı dinledikçe hak vermedim desem yalan olur. İnsan ne olursa olsun içinde bir yerlerde saklı duran masumiyetini kaybetmeme mücadelesi veriyor. Berktay’ın ve sonrasında tanıkların iddialarına hiçbir somut karşı görüş getirmeden hakarete varan toplu karşı koyuşu bir yere kadar anlayabiliyor insan.
Halil Berktay’ın iddialarından sonra gerek Taraf’ta çıkan o mitinge katılan tanıkların anlatımları, gerekte özel sohbette konuştuğum başka tanıkların anlatımlarından 1 Mayıs 1977’nin öncesinde sol fraksiyonlar arasında büyük bir kavganın olduğunu anladım. Bu kavga öyle büyümüş ki mitinge gelen grupların önemli bir bölümü silahlanarak gelmiş. Kimilerine göre 20 bin silahlı adam, kimilerine göre daha fazla ya da az. Sonuç olarak ilk ateş edildikten kısa bir süre sonra bu silahlar bellerden çıkarılıp havaya ateş edilmiş. Aslında nerden nasıl ateş edilmesinden daha önemli olan solun bu kadar çabuk ve süratli bir şekilde silahlanması ve bu silahları birbirlerine karşı kullanmasıdır. Asıl sorgulanması gereken de budur. O mitingde gaza gelinip Oligarşiyi devirmek için silahlı devrim yapılması amaç olarak görülmüyorsa, neden silahlanarak gidildi mitinge? Oligarşiye yönelik 1 Mayıs 1977 öncesinde ve sonrasında herhangi toplu bir silahlı mücadele yapılmadıysa, o silahlar neden eldeydi. Solun öncelikle buna bir cevap vermesi lazım. Yoksa devlet zaten her devrin her olayın “olağan şüphelisi”, kimsenin bu kirli devleti aklama gibi bir derdi yok. Gerçeği bilme, öğrenme derdi var. Geçmişte yaşanan dünyayı ve Türkiye’yi değiştirme ve kurtarma ideallerinin oluşturduğu masumiyeti koruma adına daha ne kadar halının altına sürülecek o pislikler. Yeterince dolmadı mı o halının altı?
Roni Taraf’a sızmış
Sosyalist şair ve yazar Roni Margulies’in Taraf Gazetesi’ne sızdığını üç gün önce yazdığı yazıdan öğrenmiş olduk. Sol örgütlere kontrgerilla, ajan sızar, Taraf’a ise sosyalist şair. Taraf, bu sızmadan rahatsız olmadığı gibi sevinse de Roni’nin bundan çok rahatsız olduğunu üzülerek öğrendik. Roni’nin kendi sol fikirlerini daha geniş kitlelere anlatması için Taraf gibi “ne idüğü belirsiz” gazetede yazma “fedakârlığını” takdir etmedim desem yalan olur. Roni için üzüldüm tabii sol için fedakârlık da bir yere kadar. Şimdi Roni’ye yeni bir yer bulmak lazım. Sosyalist bir yerde yazmaya kalksa kimse Taraf gibi kendisine hakaret ettirme demokratlığını göstermez. Yazdıkları nedeniyle Beyoğlu’nda boyalı saldırıda bulunanlar ile Çanakkale’de bir panelde yumurtalı saldırıyı yapanlar da kendilerine solcu diyordu. Kısaca sol gazete ve dergi olmaz. Geriye Hürriyet Gazetesi kalıyor ki bak o olur. Ne de olsa Roni’ye gelen e-postalardan aktardığına göre Hürriyet daha ilerici ve sola yakın bir gazete! Bunun için sevgili yazarımızın birtakım kırmızıçizgilerinden vazgeçmesi gerekecek. Logosunun altındaki “Türkiye Türklerindir” yazısından rahatsız olmadığı gibi, Kemalist devlet anlayışı ile didişmekten vazgeçecek. Bir de Hürriyet’in geçmişte sola ve halka düşmanlık yaptığı manşetleri de unutması gerekecek. Gelecekte yapacağı rahatsız edici haberlere göz yumması da işin gereği. Bunları hallettikten sonra Ertuğrul Özkök’ün iPod’undan yüklenmiş, Grup Yorum’dan “Alnında yıldızlı bere, çıkıp Dersim Dağları’nda türkü söylemek var ya...” şarkısını dinleyip, karşılıklı bol bol sol nostaljisi yapmak da Roni’ye yakışır.
Bi dakka
Kendisi Kemalist sistemin Türkiye halklarına armağan ettiği ailemizin romantiğidir. Genelkurmay arşivlerinin ardına kadar açıldığı bu gazeteci arkadaş topluma da örnek steril bir gazeteci olarak sunulmuştur. Bir kere bile sisteme isyanına tanık olmadığımız Can Dündar, Denizleri anlatan bir belgesel çekmiş. Dündar’ın öncelikle bilmesi gereken şudur. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan gibi inandıkları doğrular uğruna boyun eğmeden ölüme giden güzel insanların belgeselini yapmak bir insanı isyankâr ve itaatsiz yapmaz. Dündar’dan da bunu beklemiyoruz. Belgeselini anlattığı Taraf’a olan düşmanlığını hastalık derecesine vardıran ve bana göre tedavi olması gereken Ayşenur Arslan’ın programında Taraf gazetesini 12 Eylül öncesinin kanlı ve faşist gazetesi HerGün’e benzetmiş. Dündar’ın bu benzetme alçaklığını yapmaya düşünce özgürlüğü kapsamında ne kadar hakkı varsa, benim de Genelkurmay’ın loş arşiv odalarında semizletilip ortama salınan bu “sevgi kelebeğine” bi dakka n’oluyoruz deme hakkım vardır. Dedim gitti. Fazlasına da değmez
Kıyamet
4 Mayıs 2012
Enteresan bir kadındı babaannem Nafiye. Dünyanın öküzün boynuzları üzerinde durduğuna inanırdı. Babaanneme göre öküzün burnuna çuncuri (at sineği) girince boynuzlarını sallardı. Bu sallamayla da deprem olurdu. “Bir gün öküz dünyayı taşımaktan yorulacak ve çekecek boynuzlarını, işte kıyamet o zaman kopacak” derdi. Yetmişli yıllarda yüksek plastik topuk ve mini etek modaydı kadınlarda. Erkeklerde ise kalçaları saran ve ayaklara doğru sallanan paçalı pantolon vardı. Bir delikanlı özgürlüğünü o paçanın uzunluğu ile ölçerdi. Paçan kaç santim uzunsa o kadar özgürdün.. Kadınların özgürlük ölçütü ise eteğinin kısalığı ile giydiği plastik topuklu ökçelerin yüksekliğiydi.
Küçüktüm, babaannemle İstanbul’a gelmiştik. Eminönü’nde dolaşırken bu kısa mini etekli kadınlara bakan babaannem “İşte bunlar kıyamet alametleri” derdi. Ben de korkuyla elini daha da sıkı tutarak “Babaanne yoksa deprem mi olacak” diye sorardım. Bu soru üzerine “Yok uşağum deprem olsa iyi, bu reziller yüzünden dünya başımıza yıkılacak” diye cevaplardı beni. Nedense ben dünyanın başımıza yıkılmasından değil, deprem olmasından korkardım daha çok. Bir ferahlık kaplardı içimi... Kadınların mini eteklerinin boyundan bir kıyamet alameti çıkaran babaannem siyah-beyaz televizyonda artistik patinaj şampiyonalarını kaçırmazdı. Tek tek bilirdi katılanların ismini. Seyrederken yorumlarda bulunurdu. Eksik puanlama verilince de kızardı yediler çocukların hakkını diyerek. Yaşamının sonuna kadar babaanneme dünyanın uzaydaki bir boşlukta döndüğünü anlatmaya çalıştım. Hiç inanmadı bana. Dünyanın hâlâ öküzün boynuzları üzerinde durduğunu inanarak öldü. Son nefesini etrafında çocukları ve torunları olan mutlu bir kadın olarak elimde verdi...
Geçen hafta Bursa Emniyet Müdürü’nün Kültür Park’ta el ele dolaşan gençlerin durumunu “Kanıma dokunuyorlar” diye konuşması üzerine bir yazı yazdım. “Ahlak Bekçileri” başlıklı yazımda meramımı tam olarak anlatamamış olacağım ki aslında beni çok da şaşırtmayan tepkiler geldi. Rize’de Kazdal Camii’nin arkasındaki arzuhalci Şeref amca kadar Türkçe bilgim olsaydı eğer, anlatırdım meramımı ama olmadı. Hata öncelikle, ben de bunu belirteyim. Gelen mail’lerin genelinde bu ülkenin Müslüman olduğu, öyle ulu orta her yerde sevişilemeyeceği yazılıyordu. Öncelikle şunu belirtmek isterim; ahlak sadece Müslümanlara özgü bir kavram değildir. Her toplumun kendi erklerinin oluşturduğu ahlak kuralı vardır. Ayrıca dünyanın en özgürlükçü ülkesinde bile öyle parklarda, kamusal alanlarda kimse ulu orta sevişemez. Bunun bir sınırı vardır. Aynı zamanda cezai müeyyidesi de. Burada mesele insanların parklarda sevişmesinden çok, el ele tutuşması ya da öpüşmesinden bir yatak odası kafası çıkarmaktır. O yatak odası kafasından yola çıkarak yasakçı bir anlayışın dayatılmasıdır. Karşı çıktığımız şey de tam olarak budur. Yasakçı anlayışın en çok Müslümanların canını yaktığını biliyoruz. Başörtüsüyle üniversiteye gitmek istediği için Nur Serter kafasıyla ikna odasına alınmayla kendi kafasındaki ahlak anlayışı arasında ne gibi fark var? Toplumu yasaklarla dizayn etmeye çalışmanın sonucunu gördük ve göreceğiz. Hiçbir toplum kendine yasaklar dayatılan bir anlayışı sevmez ona biat etmez. Bir gün gelir bir yerinden patlar.
Yine geçen hafta bir küçük haber yer aldı Taraf gazetesinde. Bunca hengâme arasında kaynadı gitti. Giresun’da Valilik bir genelge yayınlayarak, oteller başta olmak üzere alkol alınan eğlence yerlerine güvenlik kamerası takma zorunluluğu getirdi. Amaç alkol sonrası oluşan olayları önlemekmiş. Giresun gibi herkesin herkesi tanıdığı küçük bir ilde ne tür kötülükler oluyor pek bilmesek de bunun bir fişleme olduğunu pekâlâ biliyoruz. Son günlerde birçok hükümet yetkilisi de televizyonlarda oynayan dizilere kafayı taktı. O dizileri ıslah edecek. Bu ülkede yüzlerce kanal var. Bu kanallarda isteyen istediği diziyi yapar, bunda bir sıkıntı yok ki. Zaten televizyonların başında RTÜK gibi “ahlak bekçiliği” yapan bir kurum var. Daha neyin rahatsızlığı ve sitemi bu. Serbest piyasa ekonomisi içinde bir televizyon dizisinin nasıl olacağını ve ömrünü o diziyi izleyenler belirler. Elimizin altında uydu da dâhil binlerce kanal var, basarsın tuşa olur biter. Erki elinde bulunduranların kafasının içinde dolaşanlar belirlemez, belirlememeli de.
Ayrıca Lord Byron’un “Ahlak, yönetenlerin yönettiklerine dikte ettiği ama kendilerinin uygulamadığı kurallar bütünüdür” sözünü de biliyoruz. Şimdi bütün bu olup bitenleri izlediğini düşünüyorum babaannem Nafiye’nin. Hatta “Uşağum öküz çoktan çekildi dünyanın altından. Alametler çoktan bitti. Siz hâlâ dönüp duruyorsunuz” dediğini duyar gibiyim...
Enteresan bir kadındı babaannem Nafiye. Dünyanın öküzün boynuzları üzerinde durduğuna inanırdı. Babaanneme göre öküzün burnuna çuncuri (at sineği) girince boynuzlarını sallardı. Bu sallamayla da deprem olurdu. “Bir gün öküz dünyayı taşımaktan yorulacak ve çekecek boynuzlarını, işte kıyamet o zaman kopacak” derdi. Yetmişli yıllarda yüksek plastik topuk ve mini etek modaydı kadınlarda. Erkeklerde ise kalçaları saran ve ayaklara doğru sallanan paçalı pantolon vardı. Bir delikanlı özgürlüğünü o paçanın uzunluğu ile ölçerdi. Paçan kaç santim uzunsa o kadar özgürdün.. Kadınların özgürlük ölçütü ise eteğinin kısalığı ile giydiği plastik topuklu ökçelerin yüksekliğiydi.
Küçüktüm, babaannemle İstanbul’a gelmiştik. Eminönü’nde dolaşırken bu kısa mini etekli kadınlara bakan babaannem “İşte bunlar kıyamet alametleri” derdi. Ben de korkuyla elini daha da sıkı tutarak “Babaanne yoksa deprem mi olacak” diye sorardım. Bu soru üzerine “Yok uşağum deprem olsa iyi, bu reziller yüzünden dünya başımıza yıkılacak” diye cevaplardı beni. Nedense ben dünyanın başımıza yıkılmasından değil, deprem olmasından korkardım daha çok. Bir ferahlık kaplardı içimi... Kadınların mini eteklerinin boyundan bir kıyamet alameti çıkaran babaannem siyah-beyaz televizyonda artistik patinaj şampiyonalarını kaçırmazdı. Tek tek bilirdi katılanların ismini. Seyrederken yorumlarda bulunurdu. Eksik puanlama verilince de kızardı yediler çocukların hakkını diyerek. Yaşamının sonuna kadar babaanneme dünyanın uzaydaki bir boşlukta döndüğünü anlatmaya çalıştım. Hiç inanmadı bana. Dünyanın hâlâ öküzün boynuzları üzerinde durduğunu inanarak öldü. Son nefesini etrafında çocukları ve torunları olan mutlu bir kadın olarak elimde verdi...
Geçen hafta Bursa Emniyet Müdürü’nün Kültür Park’ta el ele dolaşan gençlerin durumunu “Kanıma dokunuyorlar” diye konuşması üzerine bir yazı yazdım. “Ahlak Bekçileri” başlıklı yazımda meramımı tam olarak anlatamamış olacağım ki aslında beni çok da şaşırtmayan tepkiler geldi. Rize’de Kazdal Camii’nin arkasındaki arzuhalci Şeref amca kadar Türkçe bilgim olsaydı eğer, anlatırdım meramımı ama olmadı. Hata öncelikle, ben de bunu belirteyim. Gelen mail’lerin genelinde bu ülkenin Müslüman olduğu, öyle ulu orta her yerde sevişilemeyeceği yazılıyordu. Öncelikle şunu belirtmek isterim; ahlak sadece Müslümanlara özgü bir kavram değildir. Her toplumun kendi erklerinin oluşturduğu ahlak kuralı vardır. Ayrıca dünyanın en özgürlükçü ülkesinde bile öyle parklarda, kamusal alanlarda kimse ulu orta sevişemez. Bunun bir sınırı vardır. Aynı zamanda cezai müeyyidesi de. Burada mesele insanların parklarda sevişmesinden çok, el ele tutuşması ya da öpüşmesinden bir yatak odası kafası çıkarmaktır. O yatak odası kafasından yola çıkarak yasakçı bir anlayışın dayatılmasıdır. Karşı çıktığımız şey de tam olarak budur. Yasakçı anlayışın en çok Müslümanların canını yaktığını biliyoruz. Başörtüsüyle üniversiteye gitmek istediği için Nur Serter kafasıyla ikna odasına alınmayla kendi kafasındaki ahlak anlayışı arasında ne gibi fark var? Toplumu yasaklarla dizayn etmeye çalışmanın sonucunu gördük ve göreceğiz. Hiçbir toplum kendine yasaklar dayatılan bir anlayışı sevmez ona biat etmez. Bir gün gelir bir yerinden patlar.
Yine geçen hafta bir küçük haber yer aldı Taraf gazetesinde. Bunca hengâme arasında kaynadı gitti. Giresun’da Valilik bir genelge yayınlayarak, oteller başta olmak üzere alkol alınan eğlence yerlerine güvenlik kamerası takma zorunluluğu getirdi. Amaç alkol sonrası oluşan olayları önlemekmiş. Giresun gibi herkesin herkesi tanıdığı küçük bir ilde ne tür kötülükler oluyor pek bilmesek de bunun bir fişleme olduğunu pekâlâ biliyoruz. Son günlerde birçok hükümet yetkilisi de televizyonlarda oynayan dizilere kafayı taktı. O dizileri ıslah edecek. Bu ülkede yüzlerce kanal var. Bu kanallarda isteyen istediği diziyi yapar, bunda bir sıkıntı yok ki. Zaten televizyonların başında RTÜK gibi “ahlak bekçiliği” yapan bir kurum var. Daha neyin rahatsızlığı ve sitemi bu. Serbest piyasa ekonomisi içinde bir televizyon dizisinin nasıl olacağını ve ömrünü o diziyi izleyenler belirler. Elimizin altında uydu da dâhil binlerce kanal var, basarsın tuşa olur biter. Erki elinde bulunduranların kafasının içinde dolaşanlar belirlemez, belirlememeli de.
Ayrıca Lord Byron’un “Ahlak, yönetenlerin yönettiklerine dikte ettiği ama kendilerinin uygulamadığı kurallar bütünüdür” sözünü de biliyoruz. Şimdi bütün bu olup bitenleri izlediğini düşünüyorum babaannem Nafiye’nin. Hatta “Uşağum öküz çoktan çekildi dünyanın altından. Alametler çoktan bitti. Siz hâlâ dönüp duruyorsunuz” dediğini duyar gibiyim...
Ahlak bekçileri
27 Nisan 2012
Çok tuhaf bir ülke Türkiye... Bir yandan insanları ezen devlet anlayışının tabuları birer birer yıkılıyor, bireyleri daha özgür kılacak katılımcı bir anayasa çalışmaları yürütülüyor. Diğer yandan insanları zapturapt altında tutmak isteyen ahlak bekçiliğine soyunan devlet görevlilerimiz var. Öyle ki 30 yıl önce insanların hayatını zindana çeviren ve sonrasında kaldırılan yasaların yeniden gelmesini istiyorlar. Oysa hayat, hep ileriye doğru akıyor...
Bunları bana düşündüren ise Bursa’nın güvenliğinden sorumlu Emniyet Müdürü’nün sözleri oldu. Bursa Merkez’de bulunan muhtarlarla biraraya gelen Emniyet Müdürü Ali Osman Kahya, Kültürpark’ta ağaçlar altında öpüşüp koklaşan çiftlerden dert yandı. Ağaç altlarını suç ortamı olarak gören Emniyet Müdürü “Her ağacın altında bir çift var, yatak odası gibi davranıyorlar. Bu kanıma dokunuyor ama yasalar izin veriyor” diyerek içindekileri döktü muhtarlara. İki kişinin sevişmesinin bir başkasının kanına dokunmasını pek anlamasak da müdürün sözlerinden eski yasayı özlediği anlaşılıyor. 12 Eylül darbesinden sonraki ilk seçimlerde iktidara gelen ANAP’ın ilk çıkardığı yasalardan biriydi Polis Vazife Salahiyet ve Ahlak Kanunu. Bu yasaya göre bırakın ağaç altında sevişmeyi, bir çift el ele dolaştığı için bile gözaltına alınabiliyordu. O kadar ahlak bekçiliği yapıldı yani. Hatta o dönem buna karşı çıkan gazetelerde, değil ağaç altında öpüşmek evli çiftlerin bile el ele dolaştıkları için polisler tarafından dövüldükleri haberleri sıkça yer aldı.
Benim de başım bu yasayla ilgili birkaç kez derde girdi. Bunlardan ilki Bebek’te oldu. Üniversiteden arkadaşlarla Aşiyan’da çay bahçesine gitmiştik. Kalabalık bir gruptuk. Sonrasında sahilde yürürken bir arkadaşımız kız arkadaşının elini tutup yürümeye başladı. Bir süre sonra bir polis otosu yanaştı. Arkadaşlarımızı “nasıl böyle yürürüsünüz” diyerek gözaltına almak istedi. Duruma biz de müdahale ettik. Kalabalık olduğumuzu gören polisler pes edip gitti. Diğeri ise çok çaresiz bir ânıma denk geldi. İstanbul’un en sevdiğim yerlerinden olan Gülhane Parkı’na geldim üniversiteden bir kız arkadaşımla. Biraz yürüdükten sonra bir masaya oturup ders çalışmaya başladık. Karşılıklı oturuyorduk zaten, aramızda hiçbir şey yoktu. Ondan sonra da olmadı. Akşam saatleri ve hava kararmak üzereyken başımıza iki polis dikildi. Polislerle aramızda geçen diyalog: Kimliklerinizi verin. Çıkarıp kimliklerimizi verdikten sonra polisler; ne yapıyorsunuz burada? Bizden cevap: Ders çalışıyoruz. Polisler: Sadece o kadar mı? Benden cevap: E daha ne olsun? Polisler, biz bilemeyiz der gibi imalı bir bakış atıp, “Siz üniversiteden arkadaşsınız sanırım” diyerek devam etti, “peki söyle bakalım bu kızın annesinin adı ne?” Şaşkın bir şekilde polisin yüzüne bakarak “nereden bileyim” dedim. Bu cevap üzerine polis, “Hem arkadaşsınız hem de annesinin adını bilmiyorsun” diye üsteledi. Bunu üzerine ben biraz da sinirli bir şekilde “Peki sen yanındaki arkadaşının annesinin adını biliyor musun” diye sordum. Bu soru üzerine şaşırma sırası polise geçti. Sustu. Sonra “Hadi kalkın gidin” buradan diyerek kimliklerimizi geri verdi. Çok onur kırıcı ve aşağılayıcı bir durumdu yaşadığımız. Kalktık ve hiç konuşmadan yürüyerek çıktık parktan... Tanık olduğum üçüncü olayın ise yasalarla ilgisi yoktu. Kafalardaki yasaklarla ilgisi vardı. İstanbul Üniversitesi ana binasının bulunduğu kampusta maki cinsi ağaçlar vardı bir zamanlar. Öğrenciler de bu makiliklerin içine girer, sohbet eder türkü söylerdi. Genelde toplu halde otururduk sık makilerin altında. Çift olarak takılıp öpüşüp koklaşan da olurdu tabii... O yıllarda polis henüz üniversiteyi işgal etmemişti. Üniversitenin bekçileri dolaşırdı kampusta. Zaman zaman bekçilerle öğrenciler tartışırdı bu oturmalar yüzünden. Derken yılsonu geldi, herkes bir tarafa dağıldı. Ertesi yıl okula döndüğümüzde bütün öğrenciler şok geçirdik. O yıl bu yıldır bir daha İstanbul Üniversitesi kampusunda maki cinsi ağaç hiç olmadı..
Yazla birlikte öğlenleri ara sıra gazeteden çıkıp bir saate yakın Moda sahilinde yürüyorum. Emniyet müdürünün şikâyet ettiği gibi ağaçlık alan olmasa da gençler çayıra çimene yayılıyor. Bazıları ise kayalıklara oturup denizi seyrediyor. Çift oturanlar olduğu gibi kalabalık gruplar halinde oturup sohbet edenler de var. Her sınıftan insanlar birbirine ilişmeden aynı havayı aynı denizi ve aynı yeşil çimenleri paylaşıyor. İnsanların birbirlerini sevmesinden, öpmesinden korkup, ahlak bekçiliği yapmaya kalkacağınıza sevgisizlikten korkun asıl. Bütün sorunlar, insanların birbirlerini sevmesinden değil, sevmemesinden kaynaklanıyor çünkü...
Çok tuhaf bir ülke Türkiye... Bir yandan insanları ezen devlet anlayışının tabuları birer birer yıkılıyor, bireyleri daha özgür kılacak katılımcı bir anayasa çalışmaları yürütülüyor. Diğer yandan insanları zapturapt altında tutmak isteyen ahlak bekçiliğine soyunan devlet görevlilerimiz var. Öyle ki 30 yıl önce insanların hayatını zindana çeviren ve sonrasında kaldırılan yasaların yeniden gelmesini istiyorlar. Oysa hayat, hep ileriye doğru akıyor...
Bunları bana düşündüren ise Bursa’nın güvenliğinden sorumlu Emniyet Müdürü’nün sözleri oldu. Bursa Merkez’de bulunan muhtarlarla biraraya gelen Emniyet Müdürü Ali Osman Kahya, Kültürpark’ta ağaçlar altında öpüşüp koklaşan çiftlerden dert yandı. Ağaç altlarını suç ortamı olarak gören Emniyet Müdürü “Her ağacın altında bir çift var, yatak odası gibi davranıyorlar. Bu kanıma dokunuyor ama yasalar izin veriyor” diyerek içindekileri döktü muhtarlara. İki kişinin sevişmesinin bir başkasının kanına dokunmasını pek anlamasak da müdürün sözlerinden eski yasayı özlediği anlaşılıyor. 12 Eylül darbesinden sonraki ilk seçimlerde iktidara gelen ANAP’ın ilk çıkardığı yasalardan biriydi Polis Vazife Salahiyet ve Ahlak Kanunu. Bu yasaya göre bırakın ağaç altında sevişmeyi, bir çift el ele dolaştığı için bile gözaltına alınabiliyordu. O kadar ahlak bekçiliği yapıldı yani. Hatta o dönem buna karşı çıkan gazetelerde, değil ağaç altında öpüşmek evli çiftlerin bile el ele dolaştıkları için polisler tarafından dövüldükleri haberleri sıkça yer aldı.
Benim de başım bu yasayla ilgili birkaç kez derde girdi. Bunlardan ilki Bebek’te oldu. Üniversiteden arkadaşlarla Aşiyan’da çay bahçesine gitmiştik. Kalabalık bir gruptuk. Sonrasında sahilde yürürken bir arkadaşımız kız arkadaşının elini tutup yürümeye başladı. Bir süre sonra bir polis otosu yanaştı. Arkadaşlarımızı “nasıl böyle yürürüsünüz” diyerek gözaltına almak istedi. Duruma biz de müdahale ettik. Kalabalık olduğumuzu gören polisler pes edip gitti. Diğeri ise çok çaresiz bir ânıma denk geldi. İstanbul’un en sevdiğim yerlerinden olan Gülhane Parkı’na geldim üniversiteden bir kız arkadaşımla. Biraz yürüdükten sonra bir masaya oturup ders çalışmaya başladık. Karşılıklı oturuyorduk zaten, aramızda hiçbir şey yoktu. Ondan sonra da olmadı. Akşam saatleri ve hava kararmak üzereyken başımıza iki polis dikildi. Polislerle aramızda geçen diyalog: Kimliklerinizi verin. Çıkarıp kimliklerimizi verdikten sonra polisler; ne yapıyorsunuz burada? Bizden cevap: Ders çalışıyoruz. Polisler: Sadece o kadar mı? Benden cevap: E daha ne olsun? Polisler, biz bilemeyiz der gibi imalı bir bakış atıp, “Siz üniversiteden arkadaşsınız sanırım” diyerek devam etti, “peki söyle bakalım bu kızın annesinin adı ne?” Şaşkın bir şekilde polisin yüzüne bakarak “nereden bileyim” dedim. Bu cevap üzerine polis, “Hem arkadaşsınız hem de annesinin adını bilmiyorsun” diye üsteledi. Bunu üzerine ben biraz da sinirli bir şekilde “Peki sen yanındaki arkadaşının annesinin adını biliyor musun” diye sordum. Bu soru üzerine şaşırma sırası polise geçti. Sustu. Sonra “Hadi kalkın gidin” buradan diyerek kimliklerimizi geri verdi. Çok onur kırıcı ve aşağılayıcı bir durumdu yaşadığımız. Kalktık ve hiç konuşmadan yürüyerek çıktık parktan... Tanık olduğum üçüncü olayın ise yasalarla ilgisi yoktu. Kafalardaki yasaklarla ilgisi vardı. İstanbul Üniversitesi ana binasının bulunduğu kampusta maki cinsi ağaçlar vardı bir zamanlar. Öğrenciler de bu makiliklerin içine girer, sohbet eder türkü söylerdi. Genelde toplu halde otururduk sık makilerin altında. Çift olarak takılıp öpüşüp koklaşan da olurdu tabii... O yıllarda polis henüz üniversiteyi işgal etmemişti. Üniversitenin bekçileri dolaşırdı kampusta. Zaman zaman bekçilerle öğrenciler tartışırdı bu oturmalar yüzünden. Derken yılsonu geldi, herkes bir tarafa dağıldı. Ertesi yıl okula döndüğümüzde bütün öğrenciler şok geçirdik. O yıl bu yıldır bir daha İstanbul Üniversitesi kampusunda maki cinsi ağaç hiç olmadı..
Yazla birlikte öğlenleri ara sıra gazeteden çıkıp bir saate yakın Moda sahilinde yürüyorum. Emniyet müdürünün şikâyet ettiği gibi ağaçlık alan olmasa da gençler çayıra çimene yayılıyor. Bazıları ise kayalıklara oturup denizi seyrediyor. Çift oturanlar olduğu gibi kalabalık gruplar halinde oturup sohbet edenler de var. Her sınıftan insanlar birbirine ilişmeden aynı havayı aynı denizi ve aynı yeşil çimenleri paylaşıyor. İnsanların birbirlerini sevmesinden, öpmesinden korkup, ahlak bekçiliği yapmaya kalkacağınıza sevgisizlikten korkun asıl. Bütün sorunlar, insanların birbirlerini sevmesinden değil, sevmemesinden kaynaklanıyor çünkü...
Bir futbol destanı
26 Nisan 2012
Yıllar geçse de üzerinden konuşulacak bir maç izledik önceki gece. Kimileri tüm zamanların en iyi takımlarından biri sayılan Barcelona’nın hazin bir şekilde kupaya veda etmesini şansızlığa bağlayacak, kimisi de Chelsea mucizesine... Bu maçın bir belgeselini çekecek olsaydım adını “Chelsea Destanı” koymak isterdim. Gerçekten de dün gece Nou Camp’ta destan yazdı Chelsea’lı 10 yürekli genç. 10 yürekli genç diyorum çünkü; defansın en önemli oyuncusu ve Chelsea’nın kaptanı Terry rakibine diziyle vurarak 35. dakikada takımını bir kişi eksik bırakıyordu 80 bin kişinin izlediği Nou Camp’ta. 35. dakikadan itibaren 10 kişiyle direnen ve ikinci golü yiyen Chelsea’li oyuncuların her biri aslanların önüne atılan gladyatörler gibiydi sanki. Maç bittiğinde kazanan ise o direnişi gösteren ve hiç kimsenin beklemediği gladyatörler oldu.
Chelsea’lı oyuncuların önceki gece gösterdiği direnişe ne desek azdır. Yine de iki adam vardı takımının o sahadan başı dik ayrılması için alın terinin yanında liderliğini de ortaya koyan. Biri takımın çok şeyi olan Lampard, diğeri ise Drogba idi. Drogba sahada Terry’nin atılmasından sonra sol bek olarak oynadı. Tepeden tırnağa golcü olan Drogba’nın muhteşem defans oyununu izledi dünya. Lampard ise takımın lideri olduğu gibi dakikalar 45+1 i gösterirken attığı harika ara pasıyla Ramires, Barça’nın en zayıf halkası olan Valdes’in üzerinden harika bir vuruşla golü bulunca Chelsea’nın da direnişi başlamış oldu.
İlk yarının sonunda soyunma odasına girerken futbolcuların yüzüne baktım. Barçalı futbolcularda biz nasıl olsa birkaç gol atıp, yeneriz ifadesi vardı. Barcelona dünyanın en iyi takımı, oyuncuları da en iyi futbolcular olabilir ama bir şeyi kazanabilmek için bunu gerçekten istemiş olmanız gerekir. Barça her zamanki oyununu oynadı. Rakibini kendi alanına sıkıştırdı ama eski hızlarından eser yoktu. Acı olan şu ki direkten dönen top ve penaltı dışında ikinci yarıda akılda kalan pozisyonu da yoktu. Maçta dikkatimi çeken bir şey daha oldu Messi’nin ayağının ayarı bozulmuş belli. O milimetrik pasları ikinci golün hazırlanışı dışında pek sahada göremedik. Messi’nin ayarı bozulunca Barcelona da takım olarak bozuldu. Eridi gitti Chelsea’nın yürekli ayakları karşısında. Oyun o kadar kısa alana sıkıştı ki, kesiciliği ile tanınan Puyol, Chelsea altı pası içinde pas dağıtmaya başladı. Puyol’dan ince pas beklenirse ayar da kaçar doğal olarak. Gecenin en komik şeyi ise Chelsea’ye geldiğinden beri gol atamayan Torres’in golü oldu. İki sezondur 4-5 golü bulunan Torres 90+2 de ikinci Chelsea golünü Barça ağlarına bıraktığında taraflı tarafsız herkes şunu söyledi: Tores’ten gol yiyen takım elensin zaten...
Bu arada kendimi bildim bileli Barça’yı tutarım. Ama Star’da maçı anlatan bir spiker vardı, adı Güntekin Onay. Maçı öyle taraflı anlattı ki, Barça’dan soğudum. Bir spiker bu kadar mı abartır, yağ çeker bir takıma. Sanki sahada her şeyiyle direnen Chelsea’lı oyuncular bu oyunda bir hiçti. Bu kuzey Londra’nın zengin takımını ben de sevmem. Ama sağ olsun spikerimiz Güntekin mavilere sempatiyle bakmamı sağladı. Sanırım arkadaş maç anlatmakla yağdanlık olmanın arasındaki farkı bir türlü kavrayamadı. Cüneyt Çakır’a gelince maçta verdiği cesur kararların aynısını sahalarımızda da görmek isteriz. Biz isteyelim de belki o da olur.
Yıllar geçse de üzerinden konuşulacak bir maç izledik önceki gece. Kimileri tüm zamanların en iyi takımlarından biri sayılan Barcelona’nın hazin bir şekilde kupaya veda etmesini şansızlığa bağlayacak, kimisi de Chelsea mucizesine... Bu maçın bir belgeselini çekecek olsaydım adını “Chelsea Destanı” koymak isterdim. Gerçekten de dün gece Nou Camp’ta destan yazdı Chelsea’lı 10 yürekli genç. 10 yürekli genç diyorum çünkü; defansın en önemli oyuncusu ve Chelsea’nın kaptanı Terry rakibine diziyle vurarak 35. dakikada takımını bir kişi eksik bırakıyordu 80 bin kişinin izlediği Nou Camp’ta. 35. dakikadan itibaren 10 kişiyle direnen ve ikinci golü yiyen Chelsea’li oyuncuların her biri aslanların önüne atılan gladyatörler gibiydi sanki. Maç bittiğinde kazanan ise o direnişi gösteren ve hiç kimsenin beklemediği gladyatörler oldu.
Chelsea’lı oyuncuların önceki gece gösterdiği direnişe ne desek azdır. Yine de iki adam vardı takımının o sahadan başı dik ayrılması için alın terinin yanında liderliğini de ortaya koyan. Biri takımın çok şeyi olan Lampard, diğeri ise Drogba idi. Drogba sahada Terry’nin atılmasından sonra sol bek olarak oynadı. Tepeden tırnağa golcü olan Drogba’nın muhteşem defans oyununu izledi dünya. Lampard ise takımın lideri olduğu gibi dakikalar 45+1 i gösterirken attığı harika ara pasıyla Ramires, Barça’nın en zayıf halkası olan Valdes’in üzerinden harika bir vuruşla golü bulunca Chelsea’nın da direnişi başlamış oldu.
İlk yarının sonunda soyunma odasına girerken futbolcuların yüzüne baktım. Barçalı futbolcularda biz nasıl olsa birkaç gol atıp, yeneriz ifadesi vardı. Barcelona dünyanın en iyi takımı, oyuncuları da en iyi futbolcular olabilir ama bir şeyi kazanabilmek için bunu gerçekten istemiş olmanız gerekir. Barça her zamanki oyununu oynadı. Rakibini kendi alanına sıkıştırdı ama eski hızlarından eser yoktu. Acı olan şu ki direkten dönen top ve penaltı dışında ikinci yarıda akılda kalan pozisyonu da yoktu. Maçta dikkatimi çeken bir şey daha oldu Messi’nin ayağının ayarı bozulmuş belli. O milimetrik pasları ikinci golün hazırlanışı dışında pek sahada göremedik. Messi’nin ayarı bozulunca Barcelona da takım olarak bozuldu. Eridi gitti Chelsea’nın yürekli ayakları karşısında. Oyun o kadar kısa alana sıkıştı ki, kesiciliği ile tanınan Puyol, Chelsea altı pası içinde pas dağıtmaya başladı. Puyol’dan ince pas beklenirse ayar da kaçar doğal olarak. Gecenin en komik şeyi ise Chelsea’ye geldiğinden beri gol atamayan Torres’in golü oldu. İki sezondur 4-5 golü bulunan Torres 90+2 de ikinci Chelsea golünü Barça ağlarına bıraktığında taraflı tarafsız herkes şunu söyledi: Tores’ten gol yiyen takım elensin zaten...
Bu arada kendimi bildim bileli Barça’yı tutarım. Ama Star’da maçı anlatan bir spiker vardı, adı Güntekin Onay. Maçı öyle taraflı anlattı ki, Barça’dan soğudum. Bir spiker bu kadar mı abartır, yağ çeker bir takıma. Sanki sahada her şeyiyle direnen Chelsea’lı oyuncular bu oyunda bir hiçti. Bu kuzey Londra’nın zengin takımını ben de sevmem. Ama sağ olsun spikerimiz Güntekin mavilere sempatiyle bakmamı sağladı. Sanırım arkadaş maç anlatmakla yağdanlık olmanın arasındaki farkı bir türlü kavrayamadı. Cüneyt Çakır’a gelince maçta verdiği cesur kararların aynısını sahalarımızda da görmek isteriz. Biz isteyelim de belki o da olur.
O fotoğraflar
20 Nisan 2012
Hafta sonunu baba ocağında geçirdim. Rize’de baharla birlikte kızılağaçların altında muhteşem bir görüntü yaratan mormenekşeleri kokladım. İnsanın kaybolası geliyor, kızılağaçlar ve mormenekşeler arasında. Babam çocukluğumun geçtiği iki kapılı ahşap Karadeniz evini yıkıp, aynı yere betonarme bir ev yaptı. Evler yıkılıp yenisi yapılsa da o evde yaşanan anılar hâlâ aynı canlı kalabiliyor işte... Kalabalık bir aile olarak yaşadığımız o evde, sonradan eklenen bir oda vardı. Dedemle babaannemin yaşadığı oda, aynı zamanda oturma odası olarak kullanılıyordu. Duvarında büyük bir Adnan Menderes portresi asılıydı. Hemen yanında ise yine cam çerçeve içinde Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’nun idam sehpasındaki beyaz kefenli fotoğrafları.
Soğuk kış günlerinde soba yandığı için, ben de dedem ve babaannemle kalırdım. Gece uyandığımda karşı duvarda idam sehpasındaki o kefenli üç adamı görür ürperirdim. Korkudan bazen rüyama bile girdiği olurdu o fotoğrafın. Yine de hiçbir zaman o duvardan kaldırılmadı o fotoğraflar. Ta ki eski ev yıkılıp yenisi yapılana kadar. Dedem ile babaannemin Menderes’i, idam sehpasına giden fotoğrafını duvara asacak kadar sevmesinin nedeni basitti aslında. Onlara göre kendilerinin ve çocuklarının karnı Menderes’in iktidara gelmesi ile birlikte doymuştu. Çocuk yaşta tanıştım siyasetle, ama ailemin aksine hep hayata soldan baktım. Menderes’i idama götüren darbeyi de haklı görüyordum. Dedeme ve aileme bunu söylemesem de, bana göre özgürlüklerin yeniden kazanıldığı bir darbeydi 27 Mayıs...
Aslında sanırım benim gibi solun büyük kesimi de bu darbeyi bu şekilde gördü ve öyle baktı. Üzerimizden silindir gibi ezip geçmesine karşın 12 Eylül’ü ve apoletli darbelerin insanlığa getirdiği zulmü pek sorgulamadık. 12 Eylül zalim bir darbeydi, ezip geçmişti insanları. Sorgulanmalar yapıldı sol içerisinde ama nedense 27 Mayıs darbesi sorgulanmadı. Ne de olsa ilerici ve özgürlükleri getiren bir darbeydi. Tank paletlerini ayırmıştı sol kendi içinde “ilerici ve gerici paletler” diyerek. Asıl kırılma ise Ergenekon operasyonlarında ve sonrasında yaşandı. Bu süreçte 12 Eylül’de cezaevlerinde işkence gören, hapis yatan insanları tanıyamaz oldum. Bu kanlı cinayetleri planlayanların yargı önüne çıkarılmasına solun destek vermesi gerekiyordu hayatın doğal akışına uygun olarak. Ama öyle olmadı. Sol adına çıktığını söyleyen bir gazete “Yiyin birbirinizi” şeklinde manşetler attı. Yine bu gazete son 28 Şubat operasyonunu “Çevik 1 AKP 2” şeklinde akla ziyan bir başlıkla duyurdu okurlarına. Yargılama ve operasyon yöntemlerine karşı çıkabilir, daha adil bir yargılama isteyebilirsiniz. İstenmeli de. Ama toplum mühendisliği yapma adına kanlı cinayetleri planlamak da dâhil olmak üzere darbecilerin yargılanmasına, hâkim önüne çıkarılmasına karşı çıkmak bu süreci sulandırmak için elinden gelen her şeyi yapmak solun işi değildir. Olmamalı da...
Solun bir bölümünün darbecilere net olarak tavır koymaması beni çok şaşırtsa da bu işe şaşırmayanlar da var. 70’li yılların sol önderlerinden ve kendisi de bir örgüt kurup yönetmiş olan bir dostum bütün bu olup biteni tartıştığımız özel bir sohbette bana şöyle dedi: “Sol ya da sağ adına ne dersen de hepimiz aynı kaynaktan beslendik yıllar yılı. Bu kaynağın adı da İttihatçılıktır. Bu gelenekten gelen bir solun darbeleri kendi çıkarına göre iyi darbe- kötü darbe diye ayırması ve o darbelerin içinde yer alması son derece doğaldır. Sol içinde asıl kırılma da bu olmalı bence. Hâlâ halktan kopuk militarist bir anlayışa teslim olmak.”
Zaten bu da yaşandı 12 Eylül darbesini yargı önüne çıkaracak referanduma karşı çıkanların bu referanduma “yetmez ama evet” diyenleri nasıl işbirlikçilikle suçladıklarını hepimiz yaşadık ve gördük. “Evren yargılanamaz” diyerek “yetmez ama evetçileri” işbirlikçilikle suçlayan bu solculara soruyorum. Sahi Evren şimdi nerede yargılanıyor? CHP’yi zaten soldan saymıyorum. Yine de kendini sosyal demokrat sayan bu parti Ergenekon ve Balyoz davalarının sanıklarına verdiği desteği, harcadığı enerjiyi halk için harcasaydı şimdi ciddi bir iktidar alternatifi olurdu. Yine de bunu yaptığı için suçlayamayız CHP’yi. Adına halkçı denen bu parti halkın iktidarını değil devletin iktidarını istemiştir her zaman. Değişen bir şey yok.
Emek-sermaye çelişkilerinin daha da derinleştiğini gören birisi olarak solun dünyayı ve Türkiye’yi değiştireceğine hâlâ inanıyorum. Geçen pazar sabahı babamın aşıladığı elma ağacının yanından geçerek çam ağaçlarının altında koyun koyuna yatan dedem ile babaannemin mezarına gittim. Bir özür borcum vardı ikisine de. Okuma yazma bilmeyen bu iki güzel insan darbelerin zulümden başka bir şey getirmediğine benden çok önce tanık olmuşlardı. O yüzden asılmıştı duvara o kefenli fotoğraflar. Benim görmem için üzerimden birkaç tank paletinin geçmesi gerekiyordu. O da oldu nitekim...
Hafta sonunu baba ocağında geçirdim. Rize’de baharla birlikte kızılağaçların altında muhteşem bir görüntü yaratan mormenekşeleri kokladım. İnsanın kaybolası geliyor, kızılağaçlar ve mormenekşeler arasında. Babam çocukluğumun geçtiği iki kapılı ahşap Karadeniz evini yıkıp, aynı yere betonarme bir ev yaptı. Evler yıkılıp yenisi yapılsa da o evde yaşanan anılar hâlâ aynı canlı kalabiliyor işte... Kalabalık bir aile olarak yaşadığımız o evde, sonradan eklenen bir oda vardı. Dedemle babaannemin yaşadığı oda, aynı zamanda oturma odası olarak kullanılıyordu. Duvarında büyük bir Adnan Menderes portresi asılıydı. Hemen yanında ise yine cam çerçeve içinde Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’nun idam sehpasındaki beyaz kefenli fotoğrafları.
Soğuk kış günlerinde soba yandığı için, ben de dedem ve babaannemle kalırdım. Gece uyandığımda karşı duvarda idam sehpasındaki o kefenli üç adamı görür ürperirdim. Korkudan bazen rüyama bile girdiği olurdu o fotoğrafın. Yine de hiçbir zaman o duvardan kaldırılmadı o fotoğraflar. Ta ki eski ev yıkılıp yenisi yapılana kadar. Dedem ile babaannemin Menderes’i, idam sehpasına giden fotoğrafını duvara asacak kadar sevmesinin nedeni basitti aslında. Onlara göre kendilerinin ve çocuklarının karnı Menderes’in iktidara gelmesi ile birlikte doymuştu. Çocuk yaşta tanıştım siyasetle, ama ailemin aksine hep hayata soldan baktım. Menderes’i idama götüren darbeyi de haklı görüyordum. Dedeme ve aileme bunu söylemesem de, bana göre özgürlüklerin yeniden kazanıldığı bir darbeydi 27 Mayıs...
Aslında sanırım benim gibi solun büyük kesimi de bu darbeyi bu şekilde gördü ve öyle baktı. Üzerimizden silindir gibi ezip geçmesine karşın 12 Eylül’ü ve apoletli darbelerin insanlığa getirdiği zulmü pek sorgulamadık. 12 Eylül zalim bir darbeydi, ezip geçmişti insanları. Sorgulanmalar yapıldı sol içerisinde ama nedense 27 Mayıs darbesi sorgulanmadı. Ne de olsa ilerici ve özgürlükleri getiren bir darbeydi. Tank paletlerini ayırmıştı sol kendi içinde “ilerici ve gerici paletler” diyerek. Asıl kırılma ise Ergenekon operasyonlarında ve sonrasında yaşandı. Bu süreçte 12 Eylül’de cezaevlerinde işkence gören, hapis yatan insanları tanıyamaz oldum. Bu kanlı cinayetleri planlayanların yargı önüne çıkarılmasına solun destek vermesi gerekiyordu hayatın doğal akışına uygun olarak. Ama öyle olmadı. Sol adına çıktığını söyleyen bir gazete “Yiyin birbirinizi” şeklinde manşetler attı. Yine bu gazete son 28 Şubat operasyonunu “Çevik 1 AKP 2” şeklinde akla ziyan bir başlıkla duyurdu okurlarına. Yargılama ve operasyon yöntemlerine karşı çıkabilir, daha adil bir yargılama isteyebilirsiniz. İstenmeli de. Ama toplum mühendisliği yapma adına kanlı cinayetleri planlamak da dâhil olmak üzere darbecilerin yargılanmasına, hâkim önüne çıkarılmasına karşı çıkmak bu süreci sulandırmak için elinden gelen her şeyi yapmak solun işi değildir. Olmamalı da...
Solun bir bölümünün darbecilere net olarak tavır koymaması beni çok şaşırtsa da bu işe şaşırmayanlar da var. 70’li yılların sol önderlerinden ve kendisi de bir örgüt kurup yönetmiş olan bir dostum bütün bu olup biteni tartıştığımız özel bir sohbette bana şöyle dedi: “Sol ya da sağ adına ne dersen de hepimiz aynı kaynaktan beslendik yıllar yılı. Bu kaynağın adı da İttihatçılıktır. Bu gelenekten gelen bir solun darbeleri kendi çıkarına göre iyi darbe- kötü darbe diye ayırması ve o darbelerin içinde yer alması son derece doğaldır. Sol içinde asıl kırılma da bu olmalı bence. Hâlâ halktan kopuk militarist bir anlayışa teslim olmak.”
Zaten bu da yaşandı 12 Eylül darbesini yargı önüne çıkaracak referanduma karşı çıkanların bu referanduma “yetmez ama evet” diyenleri nasıl işbirlikçilikle suçladıklarını hepimiz yaşadık ve gördük. “Evren yargılanamaz” diyerek “yetmez ama evetçileri” işbirlikçilikle suçlayan bu solculara soruyorum. Sahi Evren şimdi nerede yargılanıyor? CHP’yi zaten soldan saymıyorum. Yine de kendini sosyal demokrat sayan bu parti Ergenekon ve Balyoz davalarının sanıklarına verdiği desteği, harcadığı enerjiyi halk için harcasaydı şimdi ciddi bir iktidar alternatifi olurdu. Yine de bunu yaptığı için suçlayamayız CHP’yi. Adına halkçı denen bu parti halkın iktidarını değil devletin iktidarını istemiştir her zaman. Değişen bir şey yok.
Emek-sermaye çelişkilerinin daha da derinleştiğini gören birisi olarak solun dünyayı ve Türkiye’yi değiştireceğine hâlâ inanıyorum. Geçen pazar sabahı babamın aşıladığı elma ağacının yanından geçerek çam ağaçlarının altında koyun koyuna yatan dedem ile babaannemin mezarına gittim. Bir özür borcum vardı ikisine de. Okuma yazma bilmeyen bu iki güzel insan darbelerin zulümden başka bir şey getirmediğine benden çok önce tanık olmuşlardı. O yüzden asılmıştı duvara o kefenli fotoğraflar. Benim görmem için üzerimden birkaç tank paletinin geçmesi gerekiyordu. O da oldu nitekim...
Büyük Elma
13 Nisan 2012
İlkeli bir adamım ben. 45 yılda bir Amerika’ya giderim. İlki geçen hafta oldu. Kısmetse bir 45 yıl sonra bekle beni Amerika. Kısa süren Amerika seyahati yazısına sondan başlamak istiyorum öncelikle. Uçak John F. Kennedy Havaalanı’ndan havalandıktan 10 saat sonra tekerleklerini Atatürk Havalimanı’na değdirdiğinde beş günlük geziden sonra bile özlediğimi fark ettim İstanbul’u. Bir an önce pasaport kontrolünden geçip, dışarı çıkmak istiyordum, uçakta bulunan diğer yolcular gibi... Pasaport kontrolünden geçtikten sonra bavulları beklemeye gittik. Yarım saatten sonra bagajlar gelmeye başladı. Fakat işte bir tuhaflık vardı azar azar geliyorlardı. Bir saat olduğunda yolcuların yarısından fazlası hâlâ bekliyordu, dönen paletin başında ne gelen vardı ne giden. Yolcuların isyanı üzerine ilk THY yetkilisi yanımıza geldi. Birkaç telsiz görüşmesi yapsa da sorun ancak yarım saat sonra çözülebildi ve biz bavullarımızı alıp, dışarı çıkabildik. Siz istediğiniz kadar “globally yours” diye dünya çapında sloganlar üretin, küçük ama önemli şeyleri atladığınızda bir şeyleri yanlış yapıyorsunuz demektir. Uçağa bindiğimde Taraf gazetesi istedim, “kalmadı” cevabı verildi. İnat ettim, bütün uçağı dolaştım. Hiç kimsenin elinde göremedim. Madem o kadar değerli, gazete bulunamıyor bari uçağın girişinde, camekânda numune olarak sergileyin de herkes bir nebze faydalansın. Benim gibi okuyan insanlar da çıkabilir sizce okunmayan gazeteyi! Tek dert elmadan bir ısırık almak New York’a neden “Büyük Elma” dendiğini sokaklarında gezerken anladım. Herkes o büyük elmadan küçük bir pay almak için sürekli koşturmaca içindeydi. Isırığın aslan payını ise Apple almıştı çoktan. Mobil bir halde sokaklarda koşturan insanların ellerinde iPhone’lar, sürekli bir konuşma hali vardı. Gökdelenler izin vermediği için güneş ışığına sokaklar genelde loştu. Bunun farkına varan New York sakinlerini en küçük park alanında dahi kendini güneşin ışığına bırakır halde gördüm. Tabii ellerinde mobil oyuncaklarıyla oynar şekilde. New York’a ilk kez gidiyorsanız gökdelenlerin cazibesine kapılıp, ucu nereye varıyor diye sürekli yukarıya doğru bakmayın mümkünse. Dönüşte boyun ağrıları çeker fıtık olursunuz, Allah korusun. Şüphesiz Amerikalılar dünyanın en iyi pazarlamacıları, New York da bu pazarın en önemli kenti. Her şey pazarlanıyor, yeter ki elde ürün olsun. 11 yıl önce İkiz Kuleler’e yapılan ve sonrasında üç bine yakın insanın yaşamını yitirdiği saldırıyı pazarlıyor bu kent. İkiz Kuleler’in yerine yapılan tek kule göğe doğru yükseliyor. Hemen yanında ise saldırı ânını dev ekranlarda sürekli gösteren bir müze bulunuyor. Burada o ânın video kayıtları ile büyük boy posterler satılıyor. O güne dair hatıralar... Bir uçağın kuleye çarpma posterini kim alır demeyin. Hangi ruh hali bilemem ama peynir ekmek gibi satılıyor bunlar. Taksim’i yayalaştırmadan önce bir düşünün Sürekli bir trafik olsa da kimse halinden şikâyetçi değil. Sokakların kesiştiği küçük meydanlarda zaman zaman tıkanma olsa da yine de akış var. Burayı görünce Taksim’i ve İstanbul’un tek önemli meydanını arabalardan arındırma projesini düşündüm. Eminim İstanbul’u yönetenler çok kez gitmiştir New York’a. Arabalardan arındırmak yerine Taksim Meydanı’nda o trafiğin nasıl aktığını gözlemleseler daha akılcı olmaz mı? Tabii işin içinde birilerine rant kazandırmak yoksa. New York’ta beni en çok Harlem bölgesi hayal kırıklığına uğrattı. Hırslı beyaz adamlara inat kurulan bu siyahların mahallesi benim için isyanın sembolüydü. Mahalleyi gezerken, o isyanın izlerini göremedim. New York’ta yaşayan bir dostuma göre çok değişime uğramış mahalle. Sokaklarına ve caddelerine birkaç kafe aç, al sana Nişantaşı. Tabii bir de Harlem Post’ta çalışacak ve kafede pinekleyecek bir Ahmet Hakan bulmak lazım. O nasıl bulunur bilemem. Bir tavsiye de New York’un ışıltılı gecelerine akmak isteyenlere gelsin. Gecesi, ışıltısı, parıltısı güzel olsa da birkaç günlük gezi yapmışsanız öyle her gece kulübüne dalacağınızı sanmayın. Her şeyden önce kapıda iki metre boyunda bir metre eninde siyah elbiseli adamlar “dur” diyor size... Sizin de “hürmetler abi” deyip ufaktan yol almanızda fayda var. New York’tan sonra gittiğim Washington’un en güzel yanı Amtrak treniydi diyebilirim. Gidiş ve dönüşte kullandığım tren güzel bir yolculuk sunuyor insana. Washington ise son derece düzenli geniş caddeleri olan steril ve bir o kadar da sıkıcı bir şehir. Caddelerinde sigara içmek yasak. Belli aralıklarda konulan çöp bidonlarının başında sigara içerken kendinizi aşağılanmış hissediyorsunuz. Yine de nehir kenarında oturup, kano yapan gençleri izlerken, güneşin ve baharın tadını birkaç saat de olsa çıkardım. Toprak ve ağaç kokusunu bu yıl ilk kez o nehir kenarında hissettim. Beş günlük kısa geziden sonra İstanbul’a doğru yol alırken Amerikalılar da sanırım derin bir nefes aldı. Geri dönmemi beklemeyen Taraf’taki arkadaşların ruh halini görünce, üzülmekten başka bir şey gelmiyor elden. Bir 45 yıl daha bekleyecekler gitmem için. İlkeli adamız ne de olsa...
İlkeli bir adamım ben. 45 yılda bir Amerika’ya giderim. İlki geçen hafta oldu. Kısmetse bir 45 yıl sonra bekle beni Amerika. Kısa süren Amerika seyahati yazısına sondan başlamak istiyorum öncelikle. Uçak John F. Kennedy Havaalanı’ndan havalandıktan 10 saat sonra tekerleklerini Atatürk Havalimanı’na değdirdiğinde beş günlük geziden sonra bile özlediğimi fark ettim İstanbul’u. Bir an önce pasaport kontrolünden geçip, dışarı çıkmak istiyordum, uçakta bulunan diğer yolcular gibi... Pasaport kontrolünden geçtikten sonra bavulları beklemeye gittik. Yarım saatten sonra bagajlar gelmeye başladı. Fakat işte bir tuhaflık vardı azar azar geliyorlardı. Bir saat olduğunda yolcuların yarısından fazlası hâlâ bekliyordu, dönen paletin başında ne gelen vardı ne giden. Yolcuların isyanı üzerine ilk THY yetkilisi yanımıza geldi. Birkaç telsiz görüşmesi yapsa da sorun ancak yarım saat sonra çözülebildi ve biz bavullarımızı alıp, dışarı çıkabildik. Siz istediğiniz kadar “globally yours” diye dünya çapında sloganlar üretin, küçük ama önemli şeyleri atladığınızda bir şeyleri yanlış yapıyorsunuz demektir. Uçağa bindiğimde Taraf gazetesi istedim, “kalmadı” cevabı verildi. İnat ettim, bütün uçağı dolaştım. Hiç kimsenin elinde göremedim. Madem o kadar değerli, gazete bulunamıyor bari uçağın girişinde, camekânda numune olarak sergileyin de herkes bir nebze faydalansın. Benim gibi okuyan insanlar da çıkabilir sizce okunmayan gazeteyi! Tek dert elmadan bir ısırık almak New York’a neden “Büyük Elma” dendiğini sokaklarında gezerken anladım. Herkes o büyük elmadan küçük bir pay almak için sürekli koşturmaca içindeydi. Isırığın aslan payını ise Apple almıştı çoktan. Mobil bir halde sokaklarda koşturan insanların ellerinde iPhone’lar, sürekli bir konuşma hali vardı. Gökdelenler izin vermediği için güneş ışığına sokaklar genelde loştu. Bunun farkına varan New York sakinlerini en küçük park alanında dahi kendini güneşin ışığına bırakır halde gördüm. Tabii ellerinde mobil oyuncaklarıyla oynar şekilde. New York’a ilk kez gidiyorsanız gökdelenlerin cazibesine kapılıp, ucu nereye varıyor diye sürekli yukarıya doğru bakmayın mümkünse. Dönüşte boyun ağrıları çeker fıtık olursunuz, Allah korusun. Şüphesiz Amerikalılar dünyanın en iyi pazarlamacıları, New York da bu pazarın en önemli kenti. Her şey pazarlanıyor, yeter ki elde ürün olsun. 11 yıl önce İkiz Kuleler’e yapılan ve sonrasında üç bine yakın insanın yaşamını yitirdiği saldırıyı pazarlıyor bu kent. İkiz Kuleler’in yerine yapılan tek kule göğe doğru yükseliyor. Hemen yanında ise saldırı ânını dev ekranlarda sürekli gösteren bir müze bulunuyor. Burada o ânın video kayıtları ile büyük boy posterler satılıyor. O güne dair hatıralar... Bir uçağın kuleye çarpma posterini kim alır demeyin. Hangi ruh hali bilemem ama peynir ekmek gibi satılıyor bunlar. Taksim’i yayalaştırmadan önce bir düşünün Sürekli bir trafik olsa da kimse halinden şikâyetçi değil. Sokakların kesiştiği küçük meydanlarda zaman zaman tıkanma olsa da yine de akış var. Burayı görünce Taksim’i ve İstanbul’un tek önemli meydanını arabalardan arındırma projesini düşündüm. Eminim İstanbul’u yönetenler çok kez gitmiştir New York’a. Arabalardan arındırmak yerine Taksim Meydanı’nda o trafiğin nasıl aktığını gözlemleseler daha akılcı olmaz mı? Tabii işin içinde birilerine rant kazandırmak yoksa. New York’ta beni en çok Harlem bölgesi hayal kırıklığına uğrattı. Hırslı beyaz adamlara inat kurulan bu siyahların mahallesi benim için isyanın sembolüydü. Mahalleyi gezerken, o isyanın izlerini göremedim. New York’ta yaşayan bir dostuma göre çok değişime uğramış mahalle. Sokaklarına ve caddelerine birkaç kafe aç, al sana Nişantaşı. Tabii bir de Harlem Post’ta çalışacak ve kafede pinekleyecek bir Ahmet Hakan bulmak lazım. O nasıl bulunur bilemem. Bir tavsiye de New York’un ışıltılı gecelerine akmak isteyenlere gelsin. Gecesi, ışıltısı, parıltısı güzel olsa da birkaç günlük gezi yapmışsanız öyle her gece kulübüne dalacağınızı sanmayın. Her şeyden önce kapıda iki metre boyunda bir metre eninde siyah elbiseli adamlar “dur” diyor size... Sizin de “hürmetler abi” deyip ufaktan yol almanızda fayda var. New York’tan sonra gittiğim Washington’un en güzel yanı Amtrak treniydi diyebilirim. Gidiş ve dönüşte kullandığım tren güzel bir yolculuk sunuyor insana. Washington ise son derece düzenli geniş caddeleri olan steril ve bir o kadar da sıkıcı bir şehir. Caddelerinde sigara içmek yasak. Belli aralıklarda konulan çöp bidonlarının başında sigara içerken kendinizi aşağılanmış hissediyorsunuz. Yine de nehir kenarında oturup, kano yapan gençleri izlerken, güneşin ve baharın tadını birkaç saat de olsa çıkardım. Toprak ve ağaç kokusunu bu yıl ilk kez o nehir kenarında hissettim. Beş günlük kısa geziden sonra İstanbul’a doğru yol alırken Amerikalılar da sanırım derin bir nefes aldı. Geri dönmemi beklemeyen Taraf’taki arkadaşların ruh halini görünce, üzülmekten başka bir şey gelmiyor elden. Bir 45 yıl daha bekleyecekler gitmem için. İlkeli adamız ne de olsa...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)